Cuma, Mart 29, 2024

AYNADAKİ ÇOCUK

-

Bir tıp doktoru olan Françoise Dolto (1908-1988), yirmi yılı aşkın bir süre önceki ölümünden sonra bile, Fransa’nın en öne çıkan ve sevilen psikanalistlerinden biri olmaya devam etmektedir. Çocuk psikanalizinde bir öncü, Société Psychanalytique de Paris (1939)’in kurucu üyesi ve Jacques Lacan’la birlikte Ecole Freudienne de Paris’in eş kurucusudur. Bir pediatrist ve eğitimci olmanın yanı sıra parlak bir psikanalist olan Dr. Françoise Dolto, 1960 ve 1970’lerde hem çocuklarla hem de yetişkinlerle doğrudan iletişim kurduğu veya onların mektuplarına ayrıntılı olarak yanıt verdiği, canlı olarak yayınlanan bir dizi çok başarılı radyo programı aracılığıyla psikanalizle halkı buluşturmuştur. Dinden kadın cinselliğine, çocuk bakımından dikkat çekici bir otobiyografiye, ölümünden kısa bir süre sonra yayımlanan Autoportrait d’une psychanalyste’ye kadar uzanan birçok kitabı, bir neslin uygulayıcılarını ve ebeveynlerini etkilemiş ancak açıklanamayacak bir şekilde İngilizceye çevrilmemiştir (diğer taraftan Avrupa genelinde, Çin, Rusya ve Kore gibi ülkelerde tanınmaktadır).

Lacancı psikanalist Juan-David Nasio ile yaptığı bu konuşmada Dr. Dolto, ilk olarak L’image Inconsciente du Corps (Paris: Seuil, 1984; Points Seuil, 1992) kitabında ileri sürülen bazı kavramları geliştirerek, Lacan’ın “ayna evresi” kavramı ve kendisine ait bedenin bilinçdışı imgesi düşüncesi arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları vurgulamaktadır. Dolto’ya göre, gerçek ayna deneyimi her çocuk için bir yarayı, beden imgesinin beden kalıbına uymasının imkânsızlığından kaynaklanan simgesel bir deliği işaret eder. Onun çocuklarla ve genç yetişkinlerle yaptığı çalışmalar ilişkin şaşırtıcı klinik açıklamalar metnin içine de serpiştirilmiş ve Dolto’nun, analistin tedavideki bedeninin bilinçdışı imge aktarımının sağlamlaştırıcı noktalarından biri olarak hizmet ettiğine ilişkin iddiasının altını çizmiştir.

Nasio tarafından 25 Ocak 1985’te Paris’te düzenlenen bir seminer sırasında gerçekleşen bu konuşma, aslında Nasio ve Dolto tarafından L’Enfant du Miroir (Paris: Editions Rivages, 1987; Editions Payot ve Rivages 1992, 2002) başlıklı bir kitapta yayımlanan daha uzun bir tartışmanın bölümüydü. Bu metin ilk olarak, Avrupa Psikanaliz Dergisi 1. sayısında İngilizce olarak “The Mirror’s Child” başlığı altında yayımlanmış ve şimdi Dr. Nasio ve Françoise Dolto’nun mirasçılarıyla birlikte Editions Payot ve Rivages’in izniyle yeniden basılmıştır.

Juan-David Nasio

Françoise Dolto, kastrasyon kavramınız, bedenin bilinçdışı imgesi düzeneğinin bozulması ile ilgili değil, tam tersine, yaşanması ve üstesinden gelinmesi gereken bir èpreuve [çile] ile ilgili…

Françoise Dolto

Bu doğru. Kastrasyonlar, bazen başarılı bazen de başarısız olan, ya teşvik edici simgesel ya da patojenik etkilere sahip değişime uğratan épreuves’lerdir.

Bu bağlamda, kitabınızdaki en ilham verici düşüncelerden biri, L’image Inconsciente du Corps (Bilinçdışı Beden İmgesi), kastrasyonun çocuğun bedeni üzerinde olumlu ve sosyal olarak insanlaştırıcı etkiler yaratan bir işlem düzeyine yükseltilmesidir. Elbette tüm bunlar, öznenin bu kastrasyon çilesinin üstesinden nasıl geldiğine bağlıdır…

Evet, ama aynı zamanda kastrasyon mercinin kim olduğuna ve her şeyden önce çocuğa çilesi boyunca nasıl yardım edildiğine de bağlıdır, çünkü bu geçiş belirleyici bir faktörü zorunlu kılar: çocuğa yardım eden kişi tarafından temsil edilen “İdeal Benlik” (moi-idéal). Çocuğa çilesi sırasında eşlik eden herhangi bir yetişkinin, herhangi bir “öteki”nin de aynı çileden geçmiş ve üstesinden gelmiş olması gerektiği açıktır. Yetişkin böylece çocuğun güvenini kazanacak ve çocuk için çilenin zorluklarını aşmayı başarmış birini temsil edecektir. Bununla birlikte, yetişkinin, kendisini çocukla aynı seviyede konumlandırarak çilesi boyunca çocuğa nasıl yardım edeceğini bilmesi elbette gerekli olacaktır. Bir yetişkin olarak, çocuğun acı verici deneyiminin bir parçası olmak nasıl mümkün olabilir? 

Çocuk, kastrasyonun üstesinden gelen bir özne olarak kabul edildiğinde, “bir idealin eşlik ettiği”  ifadesini, yani moi-idéal’i (İdeal Benlik) kullanıyorsunuz…

Moi-idéal bir kişi veya bir hayvan olabilir ancak her zaman aynı kişi olmayabilir. Mesela, daha önce çocuğun onu bir kişi olarak kabul ettiği bir köpek veya başka bir evcil hayvan olabilir – hatta bazen vahşi bir hayvan olabilir. Moi-idéal’in, çocuğun deneyimine hayran olduğu biri veya gerçek bir şey tarafından temsil edilmesi gerekir. Bunlar, gerçek insan değerlerine sahip Ninja Kaplumbağalar vb. kurgusal imgeler de olabilir – neden olmasın? Bunların hepsi çok karşı-fobik moi-idéal’lerdir. Yetişkinler için bu karakterler fotojenik görünebilirken, çocuklar için bunlar, sonuç olarak aşırı karşı-fobik ve koruyucu olan zorlu, kalıcı ve yok edilemez nesneler oluştururlar; hiç doğmamış olan bu plastik veya metal figürler ne duyarlı ne de ölümlüdür ve kendilerini onlarla özdeşleştirirken çocuklar fobiye kolay kolay yenik düşmeyecektir. Gördüğünüz üzere, moi-idéaller, temel güvenliğin gerçek destekleyicileri ve garantörleridir.

Psikanalistin müdahalesinin doğasını tartışırken, bir defasında çocuğa cinsel kimliğini söylemenin ve hatta bir yasağı bir bir anlatmanın önemini vurguladınız – otoriter bir yasak anlamında değil daha çok öidipal yasayı hatırlatma bağlamında. Bu türden bir müdahale, aktarımsal deneyimin doğasında bulunan simge üreten bir kastrasyon anlamına mı gelir?

Aynen öyle; işte kastrasyon tam olarak budur. Ancak kendisine cinsel kimliğini söyleyen yetişkinin “bana arzu duyamazsın” dediğinde, çocuğun onu seven biri olduğunu anlaması kaydıyla. Sevgi, arzunun yüceltilmesi ve onun tatmini değilse nedir? Sevildiğini hissettirmek için çocuğu kucaklamak gerekmez bunun yerine “uygun sözcük” yeterli olacaktır. Çocuğun gelişimine ve başkaları için bir arzu kaynağı olmasına olanak sağlayan şey konuşmanın aracılık ettiği sevgidir. Bu, tüm hastalarımız için genel bir ilkedir, çünkü analizanı sevme yeteneğimiz olmasaydı, onu nasıl dinleyeceğimizi bilemezdik. Ama tekrar ediyorum, bu konuşma yoluyla sevmektir – çilesi boyunca hastaya baki kalan konuşma. Bu, Freud’un büyük bir keşfidir: kastrasyon, uygun konuşma yoluyla sunulur, böylelikle başarıyla sonuçlanır ve üstesinden gelinir.

Kitabınızda ayna üzerine çok önemli bir bölüm var, burada aynanın bilinçdışı beden imgesini oluşturma işleviyle ilgili son derece özgün bir kavram öne sürüyorsunuz. 1949’da, ilk çalışmalarınızdan biri olan, Revue Française de Psychanalyse’de aynı yıl yayımlanan Cure Psychanalytique à L’aide de la Poupée Fleur [Bez Bebek Yoluyla Bir Psikanalitik Tedavi] başlıklı bir makale, aralarında Lacan, Nacht, Lebovici ve sizinde bulunduğunuz hararetli bir tartışmanın odak noktası haline gelmişti. Bu tartışmanın dökümüne baktığımızda, Lacan’ın söylediklerinin bir özeti şöyledir: “Dr. Lacan, Dolto’nun bez bebeğinin, ayna evresi, beden imgesi ve parçalara ayrılmış beden gibi kendi araştırmalarına uyduğuna dair güçlü bir izlenim edinir. Bez bebeğin ağzının olmamasının önemli olduğunu düşünüyor ve bunun cinsel bir simge olduğunu ve insan yüzünü gizlediğini belirttikten sonra, bir gün Sayın Dolto’nun bu katkısı hakkında kuramsal bir yorum yapmayı ümit ettiğini söyleyerek sonlandırıyor.” Lacan’a şöyle bir yanıt verdiniz, “Evet, eğer kişi ayna kavramını sadece görüneni değil aynı zamanda işitilebilir, duygusal ve istemli dünyaları da yansıtan bir nesne olarak anlarsa, bez bebek ayna evresiyle bağlantılı olacaktır. Bebeğin yüzü, elleri veya ayakları, önü, arkası, eklemleri veya boynu yok.”

Herkesin, özellikle de sizin, yalnızca bu metnin bir belge olarak değerini ve bu paylaşımın zenginliğini değil, aynı zamanda Lacan’ın ayna evresi ile sizin ayna kavrayışınız arasında beliren farkı da anlayışla karşılayacağından eminim; size göre bilinçdışı beden imgesini oluşturan şeydir. Daha 1949’da, tüm algılanabilir biçimlerin (yalnızca görünür şekil ve biçimlerin değil) tümüyle yansıtıcı bir yüzeyi olarak aynaya ilişkin tekil anlayışınız, Lacan’ın ayna evresi kuramından ayrımsanabilirdi. Eğer sizi doğru anladıysam, sizin için o zaman ve bugün de önemli olan ne aynanın yansıtıcı niteliği ne de onda yansıyan skopik imge değil, tümüyle farklı bir yapıya sahip tamamen farklı bir aynanın ilişkisel işleviydi: öznenin aynasının ötekine yansıtılması. 

Çok şematik bir ayrımda, Lacan’ın ayna evresi ile Dolto’nun “birincil narsisizm aynası” diyebileceğimiz şey arasında üç temel fark görüyorum. İlk fark, kuramınızdaki tüm algılanabilir şekilleri yansıtan ruhsal yüzey aynasının aksine, Lacan’daki düz yüzeyin görsel, yansıtıcı niteliği ile ilgilidir. Şüphesiz, düz aynaya da gönderme de bulunuyorsunuz, ancak onu, genel olarak bedeni (örneğin, yüz veya cinsiyetler arasındaki farkla birlikte) bireyselleşmeye katkıda bulunan birçok araçtan biri olarak hızla göreceli bir hale getiriyorsunuz. Kuramınıza göre, aynanın yansıttığı imge, bilinçdışı beden imgesinin şekillenmesindeki diğer algı uyaranları arasından sadece bir tanesi.

Daha da önemli olan ikinci fark ise çocuğun gerçek bedeni ile yansıyan imgesi arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Lacan’ın kuramında “ayna evresi” imgesinin, düşlemsel bir düzeyde, simgesel Je’nün [Ben’in] sonraki bütünlüğünü öngördüğünü ve bu imgenin, çocuğun bedeninin dağınık ve olgunlaşmamış gerçekliği ile karşı karşıya kaldığında, her şeyden önce bir bütünlük ve olgunlaşmanın hayali görüntüsü olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Lacan’ın ayna evresi giriş niteliğinde birincil bir deneyimdir. Kitabınızda bu sorunu tamamen farklı bir ışık altında değerlendiriyorsunuz. Her şeyden önce, aynanın etkisini deneyimleyen çocuğun bedeni, ne dağılmış ne de parçalanmış bir “gerçek”tir, fakat bütünlüklü ve süreklidir. Parçalanmış bir bedeni, Lacan’ın kuramında olduğu gibi, bütünleştirici bir ayna imgesiyle karşı karşıya getirmek yerine, iki farklı ama tamamlayıcı imgeyi yan yana getirirsiniz: ayna veya skopik, imge ve bilinçdışı beden imgesi. Başka bir deyişle, Lacan’ın ayna evresinin temel çelişkisini yerinden oynatmış oluyorsunuz. Ona göre, gerçek bedenin ayna imgesiyle karşılaşması belirleyici faktördür, sizin için gerçek beden zaten bir süreklilik olduğundan, belirleyici faktör iki imge arasındaki oyundur: bir yanda bedenin bilinçdışı imgesi, diğer yanda aynı bilinçdışı imgenin şekillenmesine ve bireyselleşmesine katkıda bulunan ayna imgesi. Bu kuramsal ayrımları kabul ederseniz, o zaman Lacan’ın ayna evresi bir başlangıcı işaret ederken, Dolto’nun ki birincil narsisizme kadar uzanan özgün bir narsisistik bireyleşme anını doğrulamış olur. 

Üçüncü ve sonuncu fark ise ayna imgesinin çocuk üzerinde yarattığı etkinin duygulanımsal doğası ile ilgilidir. Lacan, bu etkiyi ‘coşku’ olarak adlandırdığında onun içinde acı verici kastrasyon deneyimini fark edersiniz. Lacan, bu coşkuyu, bebeğin kendi imgesini kabul ettiğini gösteren duygulanımsal bir heyecan olarak tasavvur eder. Siz ise, tam tersine, kastrasyonu bebeğin kendisini imgesinden ayıran boşluğun acı verici ifadesi olarak dile getiriyorsunuz. Bir kimse, sizin görüşünüze göre birincil narsisizmi, aslında bebeğin artık ayna tarafından yansıtılanın kendi imgesi olmadığı ile ilgili çilesinin üstesinden gelmesi olduğunu söyleyerek bunu özetleyebilir.

Temel varsayımları bu şekilde hatırlattığınız ve zorlayıcı ayna sorununun ortaya koyduğu sayısız sorunla ilgili bir sunumu bu denli açıklığa kavuşturmayı başardığınız için size teşekkür ederim. Paradoksal olarak, bana, aynalar ve birincil narsisizm hakkında en çok şey öğreten aslında göremeyen çocuklar olmuştur: doğuştan kör olan, görünür bir imgenin etkisini hiç deneyimlememiş ancak yine de zengin bir bilinçdışı beden imgesini bozulmadan korunmuş çocuklar. Yüzleri çoğu zaman, içlerindeki beden imgesinin ortaya çıktığı izlenimini verecek kadar hareketli ve özgündür. 

Kör çocuklara atıfta bulunulması özellikle dikkat çekici çünkü ayna çilesinin olmadığı durumlarda bile bilinçdışı beden imgesi oluşumu sorununu gündeme getiriyor…

Bu biraz tuhaf görünebilir, ancak körlerin beden imgesinin görenlerden çok daha uzun bir süre bilinçdışı kaldığından şüphe duymuyorum. Doğuştan körlüğü olan çocuklarda kişilik bozukluklarını tedavi eden terapistler, çoğunlukla, görmek ile ilgili ifadelerle dolu anlatılan Ödipal hikayeler duyarlar. Kör çocuklar her zaman “Görüyorum” derler, bu da onlara “Kör isen nasıl görebilirsin?” diye sormama neden oluyor. Buna “‘Görüyorum’ diyorum çünkü çevremdeki herkes böyle konuşuyor” şeklinde cevap veriyorlar. Ben de buna, “Herkes görüyorum diyor ama söylemek istedikleri ‘anlıyorum’ diye cevap veriyorum. Kör çocuklar olağanüstü bir duyarlılığa sahiptir. Mesela bir heykel parçasını şekillendirdiklerinde, yontulmuş figürün elleri aşırı bir önem kazanır. Örneğin, kâğıt üzerinde bir ön çizim gibi bir şey yapmıyorlar, aslında modelleme kiline kazıyarak “çiziyorlar”. Üstelik gören çocuklar kadar aynı ustalıkla heykellerinde gerçek beden şekillerini elde ederler. Kimi zaman, heykellerinde eller, gören çocuklarınkinden çok daha büyüktür ve bunun nedeni açıktır: bu çocuklar elleriyle görürler; artık elleri gözleri olmuştur. Tasarımların neden çizimden çok gravür olduğunu böylece anlayabilirsiniz. Duyusal bir kayıt göstermeyen bir kişiyi analiz etmek çok sıra dışıdır, çünkü o bir dilin öznesi olduğu ölçüde diğer kayıtların simgeleştirilmesini yeniden düzenlemek zorunda kalmıştır. Bu durumda psikanalist, olağan analitik koşullar altında aynı kayıt gözden kaçarken, dikkatini eksik olan duyusal kayıt üzerinde yoğunlaştırdığının farkına varır.

Öyleyse, kör bir çocuğun gözleri parmaklarının ucundaysa, bu kör çocuğun psikanalistinin gözleri dinlemenin derinliklerinde olmalıdır. Ama ayna deneyimine ve kastrasyon konusundaki gözlemlerinize geri dönelim. Ayna deneyimini neden bir kastrasyon olarak kabul etmeliyiz?

Çünkü bu deneyim kesinlikle bir çiledir. Yansıyan imgesinin aynada birdenbire ortaya çıktığını gören bir çocuk düşünün, daha önce fark etmediği bir imge. Çocukları bilirsiniz, ani darbelere karşı son derece hassastırlar. Çocuk sevinerek aynaya yaklaşır ve mutluluk içinde “Bebeğe bak” der. “Bebek” ile oynamaya çalışırken, alnını çarpar ve buna bir anlam veremez. Çocuk odada tek başınaysa, ona bunun sadece bir imge olduğunu anlatacak biri yanında yoksa kafası çok karışacaktır. İşte bu çiledeki dönüm noktasıdır. Bu çilenin, simgeselliği oluşturacak bir etkiye sahip olması için, orda bulunan yetişkinin olup biteni adlandırması gerekir. Bu noktada pek çok annenin aynayı göstererek çocuğa “gördün mü bak bu sensin” deme yanılgısına düştüğü doğrudur; bunun yerine “görüyor musun, bu senin aynadaki imgen, tıpkı yanında gördüğün benim aynadaki imgem” gibi demek çok daha basit ve doğru olacaktır. Simgeleştirme için bu temel sözcükten yoksun olan çocuk, kesinlikle “skopik” bir görsel deneyime sahip olacaktır – örneğin, artık aynanın önünde olmadığında imgesinin kaybolduğuna ve geri döndüğünde yeniden ortaya çıktığını bizzat görerek – demek ki bir yanıtın veya iletişimin eksikliği nedeniyle acı verici görsel bir deneyim olarak kalacaktır.

Aynanın karşısında başka birilerinin onunla aynı odada olmaması çocuk için çok zorlayıcı bir deneyimdir: sadece onunla konuşmak için değil, aynı zamanda çocuğun aynada yetişkinin kendisininkinden farklı olan imgesini de gözlemlemesi için, dolayısıyla bir çocuk olduğunu “keşfedebilsin” diye. Bir çocuk, çocuk olduğunu ve bir çocuğun boyutuna ve görünümüne sahip olduğunu bilemez. Bunu bilmek için aynaya bakması ve kendi imgesi ile yetişkininki arasındaki farkı keşfetmesi gerekir. Aynı çocuk daha küçük bir çocukla bir arada olduğunda, bir çocuk olarak kimliğinin artık sabit olmadığı duygusundan acı çektiği de göz önünde bulundurulmalıdır. Çocuklar ne küçük bir çocukla ayna karşısında olmak ne de bir kimlik paylaşımında bulunmak isterler. Bu, çocuklar büyüdükçe daha küçük çocukların etrafında dolanmalarının nedenlerinden biridir. Aslına bakarsanız, bir çocuk artık daha küçük bir çocuğun oyuncağını almakla yetinmeyebilir aynı zamanda onu yere devirmelidir. Oyun arkadaşını devirdiyse, kimliğini kaybetme korkusuyla onunla özdeşleşmediğinden emin olmak için bu durumun yaşandığı çocuğa izah edilmelidir. Yetişkinin açıklamasından sonra çocuğun güveni tazelenir ve artık daha küçük çocukları itip kakmasına gerek kalmaz. Çocuklar arasındaki bu paylaşımların, onların tüm gerçekliğini bozan ayna tarafından nasıl belirlendiğini görüyorsunuz. 

Ayna deneyimini bir yara, simgesel bir delik olarak nitelendiriyor ve kitabınızda şöyle tanımlıyorsunuz: “Ayna deneyiminin bu onarılamaz yarasına, beden imgesinin beden kalıbına uymasının imkansızlığından kaynaklanan simgesel bir delik denebilir.”Dolayısıyla, görsel olarak yansıyan imgenin belirlediği bu yara, çocuğun bir bakıma, imgesinin başkalarıyla ilişkisi açısından iyice düzenlenmiş olduğundan emin olması için gereklidir: başka bir deyişle, kendi kimliğini savunması için. 

Evet. Buna en iyi örnek, “elin ağzından” çekildiği için yutkunmakta oldukça zorlanan küçük bir kızın durumudur. Bu sağlıklı ve harika çocuk iki buçuk yaşında şizofrenik oldu. Amerikalı anne babasıyla sadece iki aylığına Paris’te olduğu için onu uzun süre takip etme imkânım olmadı. Ailesi şehri gezerken, çocuk otel odasında kalmış ve Amerikan İngilizcesi yerine Doğu Londra şivesiyle konuşan bilinmeyen bir kişi ona göz kulak olmuş. Dolayısıyla, küçük kız iletişim için hiç elverişli bir durumda değilmiş. Odanın duvarları aynalarla ve mobilyaların çoğu camla kaplıydı. Aynalarla dolu bu odada, kendisine gereken özeni gösterecek birinin yanında olmamasından dolayı çocuk kendinden geçmiş ve her yerde bedeninin parçalara ayrılmış olduğunu görmüştü. Ayrıca, hemşirenin dikkatini oldukça çeken küçük bir bebeğin varlığı da onun kafasını daha da karıştırmıştı. Birleşik Devletler’e döndüğünde tedavi görmek zorunda kalmıştı. Daha sonra annesinden, bana danışmak için geldikleri krizden iki ay önce çekilmiş, çocuğun harikulade fotoğraflarının olduğu bir mektup aldım. Ayna deneyiminin kızın varlığını nasıl dağıttığını ve parçaladığını görmek dehşet vericiydi. Ayrıca ebeveynlerin, odadaki aynaların kızlarını eğlendireceğine güle oynaya inandıklarını düşününce… Küçük kızlarının aklını kaçırdığına dair en ufak bir fikirleri yoktu.

Bu dokunaklı vaka, aynanın ölümcül büyüsü konusundaki ısrarınızı akla getiriyor. Ayna imgesinin bilinçdışını hem nasıl bütünleştirdiğini hem de nasıl ortadan kaldırdığını gösteriyor…

Kesinlikle. Beden imgesi açısından çocuk asla parçalanmış değildir; parçalanmış olan başkalarıdır. Ama yine de, aynı çoklu parçalanmış görsel imgelerle özdeşleşen küçük kız örneğinde olduğu gibi, başkalarıyla ya da başkalarının hayali temsilleriyle özdeşleşerek kendini hayali olarak parçalayabilir. Bu tür bir hayali özdeşleşmeden muzdarip olan çocuklar günlük durumlarda bile gözlemlenebilirler. Örneğin, bazı çocuklar anne babalarını yatakta sadece başları yorganın altından, hatta televizyon ekranının önünde görünecek şekilde gördüklerinde utanırlar. Televizyon çok parçalayıcı bir etki yaratmaktadır çünkü etrafta dolaşan insan gövdesi imgeleri çok küçük çocukları, bu insanların ikiye bölünmüş olduklarını düşünmeye sevk edebilir. Görsel imgenin bir başka yanıltıcı etkisi de çocuğun aynaya baktığında ikizi ile uğraştığını zannetmesidir. Tam o sırada – tekrar vurguluyorum – başkalarıyla gerçek bir ilişkinin sıcaklığını ve imgeyle olan yanıltıcı ilişkiyi ayırt etmesine yardımcı olmak için yaşça büyük birinin çocukla mutlaka konuşması gerekir. Yine de çocukların suratlarını şekilden şekle sokması ya da yüzlerini aynaya döndürerek oynamalarının nedeni de bu hayali oyundur. Bu şekilde çocuk gülümsemeyi öğrenir ve sonunda sahte imgesini başkalarıyla olan bağlantısını daha az tehdit edici kılmak veya tam tersine kendini diğerlerinden ayırmak için kullanmayı öğrenir. 

Bu yüzden mi kitabınızda yansıtılan görsel imgenin refoulante (bastırılmış) olduğu üzerinde duruyorsunuz?

Kesinlikle. Görsel imge, beden imgesinin bastırılmasıdır (refoulante).

Bozulduğu için refoulant (bastırılmıştır)…

Evet. Görsel yansıtıcı imge, öznenin yalnızca bir yanını gösterdiği ölçüde, aslında çocuk kendi varlığında tamamlanmış hissettiğinde çarpıtır; arkası ne kadar iyiyse önü de o kadar iyidir. Bununla birlikte, görüntünün ve skopik, görsel dürtülerin etkisi öyledir ki biri neredeyse yalnızca bedeninin ön tarafına odaklanır. Karanlıkta merdivenlerden aşağı inmenin nasıl bir şey olduğunu bir düşünün. Aldığımız tedbir, karanlığa rağmen sadece ayaklarımızla değil, gözlerimizle de indiğimizi gösteriyor. Ayaklarımız aynı zamanda gözlerimizde oluyor. Başka bir deyişle, gerçek zor koşullarda, yansıtılmış görsel imge bilinçdışı beden imgesinin yerini alır. Çocuklar ya da ip cambazları gibi her zaman ayaklarımızda gözlerimiz olsaydı, bu harika olurdu! Açığa çıkardığımız görünümler üzerinde o kadar çok yaşıyoruz ki beden imgesinde mekânsallaşan -görülmeyen- derin algı, ayna imgesi tarafından genellikle olumsuzlanıyor. 

Gördüğünüz üzere, görsel yansıtıcı imge, duyguyla karşılaştırıldığında yok hükmündedir. Ayrıca ayna deneyimi yarası ya da dilerseniz buna kastrasyon diyelim, çocuğun ayna imgesi, tamamen cansız bir yansımanın beden görüntüsünden çok farklı bir görüntü olduğunu fark etmesiyle yaşadığı şoktur. Kitabımda ikizler üzerine bir gözlem yer alıyor ve bunun için tanımadığım bir kadın olan annelerine bana şu belgeleri tedarik ettiği için minnettarım: “Anneleri ve kendilerinden sonra doğan bebekleri dışında hiç kimse, akrabaları bile, birbirinden hiç ayrılmayan ikizleri birbirinden ayırt edemez.” Bebeğin kendinden büyük ikiz erkek kardeşlerini tanırken babanın bile bu konuda başarısızlığa uğraması ilginçtir. Bu, bebeğin görsel olarak yansıtıcı imgesine değil beden imgesine duyarlı olduğu anlamına gelir. 

Ama hikayeye geri dönersek… “Bir gün anne ikizlerden birini öksürdüğü için evde bırakmaya karar verir ve diğerini okula götürür (ikisi de kreşe gidiyordu). Anne eve dönüp kendi işlerine bakarken, odasında tek başına oynarken çocuğunun söylenip durduğunu işitir. Çocuğun yakarışları daha yüksek ve daha acılı hale gelir ancak annesini çağırmaz. Anne aralanmış kapıya yaklaşır ve gardırop aynasındaki görüntüsüne hitap eden çocuğu tahta oyuncak atına binerken görür. Bu esnada çocuğun sesindeki ıstırap gittikçe artıyormuş. Daha sonra anne içeri girer, kendini gösterir oğluna seslenir, kendisini annesinin kollarına bırakan oğlu şikâyetçi ve depresif bir ses tonuyla “X [kardeşinin adı] atla oynamak istemiyor” der.

Tedirginlik duyan anne, çocuğun aynadaki kendi imgesini kardeşinin gerçek varlığıyla karıştırdığını anlar. Onu kollarına ve atı da yanına alarak aynaya doğru yaklaşır ve aynanın gösterdiği kendi imgelerinden ve kendisinin, atın ve kardeşinin olmadığından bahseder. O sabah biraz onun hasta hissettiğini, kardeşinin iyi olduğunu hatırlatır; onu evde bırakıp erkek kardeşini okula götürdüğünü ve kardeşini almak için geri gideceğini söyler. Çocuk pür dikkat onu dinlemiş… Birbirine bu kadar benzeyen ikizler örneğinde, ayna, odalarındaki gardırop kapısına yerleştirilmiş olmasına rağmen, daha önce o çocuğa görünüşüyle ilgili herhangi bir sorgulama teşkil etmemişti. Kendini orada gördüğünde, kardeşi de orada olduğundan (onlar üç yaşındayken), kardeşine baktığını, “ikili-konumunu” yani kardeşinin aynı anda iki yerde olma kapasitesini asla şüphe duymadan kabul etmişti. İkiz erkek kardeşi okuldan döndüğünde, anne her birini bir yanına alarak ve hem kendi imgesini hem de diğer erkek kardeşin imgesini ötekinin imgesi olarak görebilmesine yardım ederek bu deneyimi yeniden tekrarlamış. Aynı gün doğdukları ve ikiz oldukları için birbirlerine benzedikleri açıklamasında bulunmuş. Dikkatle, açıklıkla ve sessizce dinledikleri bu açıklama, oğulları için ciddi bir sorun teşkil ediyordu. 

Bu gözlem olağanüstüdür çünkü beni ne radyoda dinleyen ne de psikanalizle ilgisi olmayan bu kadın bana bu deneyimi aktarmayı gerekli görmüştü. Mektubunu, sonrasında her şey normale dönmüş olsa da, bana bu üzücü hikâyeyi anlatmasının önemli olduğunu söyleyerek bitirmişti. Bu, cansız görsel imge ile kesinlikle canlı olan bilinçdışı beden imgesi arasındaki boşluğun mükemmel bir örneğidir. Bize geri yansıyan ve bir kişinin yüzünün ve cinsel organlarının sürekli olarak farkına varmamızı sağlayan aynanın etkisi, bazı insanların bir kişinin hem cinsiyetini hem de yüzünü aynı anda görmekte yaşadıkları zorlukla kanıtlanır. Ebeveynlerinden birinin önünde çocuğun ya cinsiyeti ya da yüzünü görme seçeneği vardır; yüzünü gördüğünde cinsiyeti, cinsiyeti gördüğünde yüzü görmezden gelir. 

Bu bağlamda bebeğin gördüğü ilk insan yüzünün önemini vurguluyorsunuz…

Evet. Yaşamın ilk anlarında orda bulunan kişinin yüz özelliklerinin ebediyen sürdüğü bazı durumlar gözlemledim. Örneğin, ilk günlerinde mavi gözlü bir kadın tarafından bakılan bir bebek, ne zaman mavi gözlü bir yüz görse huzursuzlaşırdı. Bu olay bana mavi gözlü Avrupalıları ilk gördüklerinde Vietnamlıların gösterdiği şaşkınlığı hatırlatıyor. Mavi gözleri görmek onlar için o kadar acı vericiydi ki kadınlar eteklerini başlarına geçirerek yüzlerini gizlerlerdi. Bu neden bu kadar ıstırap verir? Çünkü kendilerinin yansımasını görebilecekleri mavi gözlü birini hiç tanımamışlardı. Çünkü gördüğümüz gibi sadece düz ayna değil, daha da önemlisi Öteki’nin bize dönük olduğu bir ayna vardır. Ve daha ayrıntılı olarak, doğumda görülen ilk kişi; bazen hayatın ilk saatlerinde duyulan sözler bile sesli bir aynanın yankıları gibidir. Tedavisini takip ettiğim on üç yaşındaki bir şizofrenik, bir gün benimle hayatının ilk saatlerinde meydana gelen dramatik bir olayı paylaşmıştı. Bunu, hiç kimse bilmiyordu, onu evlat edinen annesi bu durumdan eşine bile bahsetmemişti, olayın şok edici özelliği buydu. Çocuğu iyileştiren şey, olanları bana anlatmasıydı. Daha sonra tesadüfen tamamen iyileştiğini, evlendiğini ve bir çocuğu olduğunu öğrendim.

Katılımcı

Şaşkınlık uyandıran sorunuz, travma ve düşlem arasındaki eklemlenmeyle ilgili gibi görünüyor. Az önce söylediklerinize göre, ‘ilk olay’ anamnezinde olduğu gibi yeniden inşanın değeri sorgulanabilir. Bir psikanalist, sözde travmatik bir ilk olaya nasıl yaklaşmalıdır? Bilmeye çalışmalı mıdır? 

Bunu travmayı yaşamış olandan başka hiçbir kimse bilemez; ancak asıl olayın ortaya çıkmasına olanak sağlamak için bir analist gereklidir. Ciddi derecede fobik ve şizofrenik bir ergenin uykusuzluktan feci şekilde ıstırap çekmesinin dikkat çekici öyküsünü ele alalım.

Söz konusu erkek çocuk, tüm sivri uçlu nesnelerden, hatta delici ve yok edici bir silah  olarak gördüğü kurşun kalemlerden bile korkuyordu. İlk başta evlatlık olduğundan haberim yoktu. Daha sonra, iğnelenme fobisinin, kürtaj olmayı isteyen birinin söylediklerini duymasıyla ilgili eski bir şeye dayandığını öğrendim. Ölmeyeceğimi göstermek için elime bir kalem alıp batırmaya onu ikna ettiğim bir seansı ayan beyan hatırlıyorum. Sonraki seans bu çocuğun iyileşmesi için o kadar önemli ve benim için o kadar zorlayıcı bir andı ki önceki seansların hepsi bu mühim ana hazırlıktan başka  bir şey değildi sanki. O gün yerinde oturamıyordu, durmadan ayaklarını değiştiriyordu  ve sonra aniden iki sesle bir melodramı ezbere okumaya başladı: biri tiz ve dokunaklı, diğeri ise mütecaviz türdendi. İlki “bende kalsın anne ne olur bende kalsın” diyordu, diğeri de “Hayır seni kevaşe, seni pis fahişe. Yapmayacaksın. Eğer böyle yapmaya devam edersen, onu kendi ellerimle boğarım.” Ne dediğinin farkında değilmiş gibi görünen on üç yaşındaki bir çocuktan bu sözleri duyduğumda şok olmuştum. Ve depremde bir ağaç gibi sallanırken ısrarcı bir soru duydum: “Ama bu çocuk nasıl yaşayabilir?” Birkaç gün sonra, üvey anneden bir telefon aldım: “Dolto Hanım, acilen gelip sizi görmem gerekiyor çünkü oldukça sıra dışı bir şey oldu. Seanstan döndükten sonra çocuğum yemeğini çok hızlı bir şekilde yedi ve kesintisiz olarak otuz altı saat uyudu. Hasta olduğunu veya bazı haplar aldığını düşünerek doktoru aradım ama doktor içime su serpti ve uyuduğu sürece endişelenecek bir şey olmadığını söyledi.” Ayrıca bana, çocuk uyandığında okulu kaçırdığına çok şaşırdığını sanki sonsuz bir uykudan uyanmış gibi hissettiğini söyledi.

Anneye gelip beni görmesini ve çocuğuyla ilgili önemli bir şey anlatmayı ihmal ettiğini söyledim. Peyderpey, son seansta paylaşılan kelimelerin bu uzun uykunun kaynağı olduğunu anladı. Daha sonra oğlunun seans sırasındaki sözcüklerini tekrarladım. Tüyler ürperticiydi. Gözyaşları içinde feryat etti: “Bana bunları söylemeyin hanımefendi! Evet, size yalan söyledim çünkü size gerçeği söyleseydim, tüm hayatım mahvolacaktı. Şimdi size söylüyorum: Bütün çocuklarımız evlatlık, çünkü ben kısırım.” Daha sonra en büyük oğlu olan bu çocuğu hangi şartlar altında evlat edindiğini açıkladı. “O gün duyduklarım” dedi bana, “dünyada kimse bilmiyor, kocam bile. Bu kadar küçük olan oğlum bu sözleri nasıl anlamış olabilir?” Çocuğu evlat edinmek için kliniğe gittiğinde, çocuğun biyolojik annesi ile anneannesi arasındaki tartışmayı paravanın arkasından duymuştu. Çocuk o sırada sadece kırk sekiz saatlikti.

Konuşulan sözün çocuğun içine nasıl kazınmış olabileceğini anlayabilmek için böyle bir deneyimi ancak yaşamış olmanız gerektiğini idrak ediyorsunuz – onun için var olmanın üzerindeki ölüm arzusunun jouissance’ndan başka hiçbir anlamı olmayan sözler. Yaşama yasağından yani doğumundan sonra cenin bedeninin imgesini dış dünyada inkişaf etme yasağından, beden tasarımı düzeyinde jouissance duyuyordu. Ancak aktarım koşulları altında, beden tasarımına kazınan bu ölümcül sözler yani onun söylediği sözler ile benim hissettiğim duygu sayesinde yer değiştirebilirdi. 

Sonraki seansta çocuk tam anlamıyla sakinleşmiş görünüyordu. Bana iyice dinlenmiş olduğunu söyledikten sonra, son görüşmemizde söylediklerini hatırlayıp hatırlamadığını sordum. “Size bir şey söylemedim hanımefendi” diye cevap verdi. Hiçbir şey hatırlamadığını anlayınca -onu taklit etmeye çalışarak- iki kadın sesi arasındaki münakaşayı anlatmaya karar verdim. Seans bittiğinde, üst benliğinin (tout surmoi) tamamını bıraktığı izlenimini hatta kesinliğini yaşadım. Daha sonra evlendi, birbirine kenetlenmiş bir aileye sahip oldu ve kendini mesleki anlamda ispatladı. İnanmazsınız, iğneden ve makastan bu kadar korkan bu kişi daha sonra terzi oldu. Burada, erken bir olayın nasıl ancak analiz yoluyla ortaya çıkarılabileceğini gösteren bir deneyime haiz oluyoruz.  Bir anamnezin işleviyle ilgili sorunuza gelince, bu hikaye aktarım durumları sayesinde çok eski bir olayın nasıl ortaya çıkabileceğini gösteriyor.

Katılımcı

Evet ama yine de farazi olarak geriye kalan yeniden inşayı oluşturmak zorunda kalmadınız mı?

Aslında, yeniden inşa ettim çünkü “iki ses”in, seansın çocuk üzerinde neden bu kadar güçlü bir uyku etkisi yarattığını anlayamamıştım. Bu derin uyku sırasında, çocuk bir kez daha ölüm dürtüsünün huzurunu bulmuş ve artık güvende hissediyor olmalıydı. O ana kadar, sadece birkaç saatlikken duyduğu ve kaydettiği kelimelerin, bilinçdışı beden imgesini o kadar belirginleştirdiğini ve geriye sabit bir fobi olarak kaldığını. Neyin fobisi? Tam olarak ölüm dürtüsünün fobisi.

Söyleyeceklerini söyledikten sonra, onu tehdit edecek hiçbir şey kalmamıştı. Sonunda, bu çocuk kendisini görmezden gelmek yerine kendisini için acı çeken dört kadına haiz olmuştu.: İlk sahnedeki iki kadın, üvey annesi ve sonra ben. Belki de bir çocuğu psikanalitik olarak tedavi etmenin anlamı budur: tıpkı konuşmasında onu desteklediğimiz ve kendisinin ve direncin engellediği çilenin üstesinden gelmesinde ona eşlik ettiğimiz gibi, çilenin içinden kendimiz geçiyor ve bunu kendi bedenlerimizle deneyimliyoruz. Tüm varoluşun tek bir ana sığdırıldığı bu konuşmadaki çileyi benim de bizzat deneyimlediğimi söyleyebilirim. Konuşurken bana bedensel duygular hissettiren tek çocuk o değildi. Bu anlar her zaman belirleyicidir çünkü beden imgesinin füzyonel aktarım içinde arkaik olarak yeniden yaşadığının kanıtıdır.

Bu anları, beden imgesinin aktarımsal beden imgesi olarak kurulduğunu söyleyerek de tanımlayabiliriz…

Kesinlikle, iki partnerin beden imgesinin kurduğu andır. Çocuğun ve annenin aynı anda duygusal bir dramayı algıladığı bir cenin imgesi gibidir. Bu aktarımdır: ancak analistin hasta için karşı aktarıma açık olması durumunda mümkün olan bir aktarım. Ancak en eski olayın kendini açığa vurması asla anamnez yoluyla olmaz. Aktarımsal bir diyaloğun après coup’u [mübalağasız, sonradan etki]. Analizdeki çocuklar, genellikle nedenini bizim de tam olarak bilmediğimiz bir şekilde iyileşme gösterirler. Notlarımızı gözden geçiririz, anlamaya çalışırız ama önemli olan onların anlaşılmasıdır; o zamana kadar beden imgesi ve beden tasarımının iyi şekildeki kesişimiyle ilgili kafa karıştıran söylenmemiş şeyleri konuşma şansına sahip olmalıdır.

Katılımcı

Gerçek bir konuşmanın açık bir şekilde ifade edilişinin, özne üzerinde hemen bir etki yaratmaya yeterli olduğunu düşünüyor musunuz? 

Bir çocuğa ismiyle hitap edildiğinde, bu zaten gerçek bir konuşmadır. Örneğin tedavide bir çocuğa “Falanca Bey” veya “Falanca Hanım” her zaman olağandışı etkiler yaratır. Ona adıyla hitap ettikten sonra son derece depresif bir bebekte bile bir gülümsemenin belirdiğini göreceksiniz. Gördüğünüz üzere, gerçek konuşma, nihai olarak kendine olduğu kadar ötekine de saygı duymaktır; konuşmak istemeyen ya da üzgün olan çocuğa saygı duymak; ona saygı duyarken, aynı zamanda sessizliğinin anlamını gözeterek ve sorgulayarak, örneğin, “Belki de ölmek istiyorsun?”. Bir keresinde hastanede, görünüşte otistik olan on dört aylık depresif bir çocukla karşılaştım. Ona, “Acaba ölmek mi istiyorsun?” diye sordum, başını iki kez sallayarak yanıt verdi. “Biliyorsun, ben kendi kendime ölmeni engelleyemem ama çocuk koğuşunda böyle bir şey yapılamayacağını sen de çok iyi biliyorsun.” Ben konuşurken, çocuk sürekli pencereye bakıyordu. “Pencereye bakıyorsun çünkü ondan kaçıp gitmek istiyorsun. Ama bunu yapamazsınız çünkü pencerelerde parmaklıklar var. Ölmek istiyorsan, bu çocuk koğuşundan çıkmak zorundasın. Seni hastaneye getirdiler çünkü daha sonra seni parmaklıkların daha fazla olduğu bir akıl hastanesine yerleştirmek istiyorlar. Böyle bir şey olsun istemiyorum; Bana neden ölmek istediğini açıklamanı tercih ederim. Bana nedenini söyledikten sonra belki yaşayabilirsin.” İşte bu, görünüşte benimle hiç temas kurmadan birçok seansta beni gören on dört aylık bir çocukla gerçekleşen gerçek bir konuşmaya örnek gösterilebilir. Bir çocuğa, onunla birlikteyken ne hissettiğimizi ve ne düşündüğümüzü gerçekten söylemeden tedavi edilemeyeceğine içtenlikle inanıyorum. “Gerçek anlamda konuşmak” demek, karşımızdaki çocuğu, erkek ya da kadın olma sürecinde olan, var oluşu tamamen dilden ibaret olan, bir çocuk bedenine sahip ama söylediğimiz her şeyi anlayan biri olarak görmek demektir. Bu hususi bedende yaşamakla ilgili kendi yaşama arzusunu ya da bu hususi bedenin artık yaşayabileceği bir mekân olmadığını söylesek de kesin olarak biliriz ki artık yaşama arzusu kalmadığını söylediğimiz andan itibaren arzunun başlangıcını daha şimdiden oluşturacaktır. Yetişkin ya da çocuk olsun, insanların tümü için geçerli olan dilin işlevidir. Herkesin intiharla ilgili düşünceleri vardır ancak yalnız kalmamak için bunları kelimelere dökmek yeterli olacaktır. İntihar, eski bir beden imgesini yeniden keşfetmek için yalnızlığa çağrıdır ya da beden eksikliğinin özne için ifade edebileceği özgürlüğe geri dönüştür.

Tedavideki analistin bedeni sorusu, klinisyenler için açtığınız ve insanları çalışmalarınıza çeken bir istikamettir. Ama “analistin bedeni”  ile tam olarak ne demek istiyorsunuz?

Tedavi sırasında analistin bedeni sürekli olarak ötekinin konuşmasına maruz kalır ve onun varlığına karşı son derece hassastır. Aynı zamanda, “analistin bedeni” olarak adlandırdığımız ve daha doğrusu “analistin bedeninin imgesi” olarak adlandırmamız gereken bu mahiyet, aktarımın birleştirici noktalarından birini oluşturur. Çocuklarla ve psikotiklerle çalışma deneyimini ele alalım: onların varlığı çoğu zaman kendi beden imgemizin bir parçasını kaçırmamıza neden olur. Kelimenin tam anlamıyla kendimizden kovuluruz. Tepki olarak, çocuğu ya da psikotik çocuğu deli statüsüne indirgeyerek, onu çocuğun sahih muhatap rolünü inkar ederek kendimizi savunuruz. Konuşmadıkları için söyleyecek bir şeyleri olmadığını ve sonuç olarak dinleyecek hiçbir şeyin olmadığını varsayıyoruz. Bu kesinlikle yanlıştır: konuşmayan bir çocuk tamamen dildir ve tamamen dilin içine girer tüm bunlar hiç kuşkusuz onu kendiniz için olabildiğince değerli bir alıcı olarak görmeye çalışırken onunla konuşmanız koşuluyla gerçekleşebilir. İşte önemli olan da budur. Bu koşula saygı duyarsanız çok küçük çocukların onlara söylediğiniz her şeyi anlayacağına inanıyorum. Sadece yabancı bir aksanla telaffuz edilen ana dili değil, yabancı sesbirimleri bile anlarlar. Bu koşullarda, bebeklerin yerine dinleyen analisti gözünüzün önüne getirin. Psikanalistin bedeninden bahsediyorduk: analistin bedeninin bilinçdışı imgesi, yabancı bir dille karşı karşıya kaldığında bebeğinkiyle aynı alımlama kapasitesine sahiptir.

Merhum psikanalist Muriel Cahen’in bana anlattığı büyüleyici bir hikaye, çok küçük bir bebeğin bilinmeyen bir dilin konuşulan sözcüklerini nasıl anladığını ve kaydettiğini gösteren bir örnektir; aynı sözcükler yıllar sonra çocuğun artık yetişkin olan bedeninde nasıl yeniden ortaya çıkabileceğini ve sonunda, bu yetişkinin psikanalistinin, sırasıyla bu kelimeleri nasıl toplayıp, kendi analistinin bedeninin imgesine kendilerini kaydetmelerine izin verebileceğini göstermektedir. Ölümünden kısa bir süre önce Cahen, paylaştığımız göz kamaştırıcı deneyimi kamuya açıklamamı istedi; o analizan ben ise psikanalist olarak. Hodgkin hastalığına yakalandığının ve deneme amaçlı bir kortizon tedavisi gördüğünün farkında olarak, önceki analistinin analizi durdurmayı yeğlemesi üzerine benimle görüşmüştü. Onu altı ay gördüm, hayatının son altı ayı. Hastalığının farkında olmasına rağmen ölümcül prognoz konusunda bilgi sahibi değildi. Bu son derece acılı dönemde takdire şayan bir güç ve cesaretle bir psikanalist olarak çalışmalarına ara vermeden devam etti. 

Bir seans sırasında, garip bir şekilde telaffuz edilen bazı kelimelerin kendilerini rüyanın genel bağlamından tamamen ayırdığı bir rüya anlattı. Sözcüklerden çok anlaşılmaz sesler dizisiydiler. Rüyasının anlatılmasından sonraki haykırışını çok iyi hatırlıyorum: “Böyle tuhaf bir tınıya sahip bu anlamsız kelimeleri duymaktan, bu rüya sırasında hissettiğim mutluluğu deneyimlemenin mümkün olduğunu sanmıyordum.” Genellikle bir analitik seans sırasında olan ve söylenen her şeyi not alırım. Bunu yapmak benim için rahatlatıcı olur çünkü elimle yazarken düşünmekte tümüyle özgür kalırım. O gün Cahen’in söylediği her şeyi yazmıştım, o tınısı olan kelimeler de dahil. Seansın bitiminden önce, Londra’da doğan Cahen’in hayatının ilk dokuz ayında Hindistan’da yaşadığını hatırladım. İngiliz bir memur olan babası, Muriel’e bakması için genç Hintli bir kızı işe almıştı. Zamanla bebek bakıcısı ile bebek arasında öyle güçlü duygusal bir bağ gelişmiş ki baba, İngiltere’ye döndüklerinde Hintli kızı da yanına almayı aklından geçirmiş. Bunun imkansız olduğu anlaşıldığında küçük Muriel, sevgili ilk dadısından sonsuza kadar ayrılmıştı. Bu ayrılık deneyimi görünüş itibariyle çocuğu etkilememişti. 

Cahen’in hayatının bu ilk aylarının anısı, not düştüğüm rüyanın sözcükleriyle ilişkilendirilmişti. Seansın sonunda, gitmek üzereyken, ona bu garip ses birimlerini yazdığım kâğıdı verdim ve şöyle dedim: “Anladığım haliyle anlattıklarınızın tabiri işte burada. Rüyanızda duyduğunuz seslerin ilk aylarınızı geçirdiğiniz ülkenin dilinden türemiş kelimeler olması ilginç.’ Bu düşünce onu çok memnun etti, o kadar ki Paris’teki Cité Universitaire’de yaşayan bir Hintli’ye gitti ve sonunda onu Cahen’in babasının çalıştığı bölgenin lehçesini konuşan bir memleketlisiyle temasa geçirdi. Kâğıda yazılan kelimeleri okuyan Hintli öğrenci gülmekten kırılarak bu sözcükleri dadıların bebekleri sallarken söylediği oldukça popüler: “Benim kızımın gözleri yıldızlardan daha güzel” tabiriyle örtüştüğünü ifade etmişti. Ancak en şaşırtıcı olan, bu inanılmaz keşfi takip eden şeydi. Birkaç gün sonra Cahen’in hastalığı, ağrısız paraflejinin ortaya çıkmasıyla kötüleşti. Bacakları artık onu taşıyamıyordu, Kucaktaki bir bebeğin bacakları gibi, işe yaramaz hale geldiler. Bebek annesinin bacakları aracılığıyla yürür ve bu yüzden beden imgesinin mantığını bir başkasının beden imgesine aktarılan bir imge olarak tasarlamamız gerekir: yürümek için bebeğin üst kısmı, yetişkinin bedeninin alt kısmı ile kaynaşmış olması gerekir. Cahen’in rüyasında, kulağa tuhaf gelen bu sözler, bebeğin (bacaklarının ve pelvisinin beden tasarımı düzeyinde ulaşılamamış) beden imgesini, daha yürümeyi öğrenmeden önce çocuğu gerçekten kucaklayan anne olan genç Hintli kadının destekleyici imgesiyle birleştirici bağın temsiliydi. Yani rüya sırasında deneyimlenen tarifsiz mutluluk, konuşan bir anne ile dinlemeyi bilen olgunlaşmamış bir bebek arasındaki o füzyonel şefkatin geri dönüşünden başka bir şey değildi…

Claudia Vaughn tarafından Fransızca’dan çevrilmiştir.

Türkçesi: Faruk Gütmen ve Anjelika Hüseyinzade Şimşek

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Son yazılar

Estetikten Öğrenmeye: Ruhsallıkta Boşluğun İzleri

Yüzünü uzak tut biraz Dünya geçiyor olanca görkemiyle Göremiyorum Yüzünü yakın tut biraz Dünya geçiyor olanca görkemiyle Tat alamıyorum -Şükrü Erbaş Her deneyim anlardan oluşur. Nitekim...

Varoluşsal Nasır

“Vahşet gömülmeyi reddeder. Halk arasındaki inanışlar Hikayeleri anlatılana kadar Mezarlarında yatmayı reddeden Hayaletlerle doludur.” Judith Herman, Travma ve İyileşm Bizim kültürümüzde kötü haber tez yayılır,...

Nasıl Görünüyorum?

İnsan nasıl göründüğünü görebilmek için başka gözlere ihtiyaç duyar. Başka gözler, çok uzakta değil, kısa bir göz mesafesinde, yakındadır....

Kendini Arayan Gafil

                        “Kim korkmamıştır otururken kendi kalbinin perdelerinin önünde?Rilke Bu yazı, sözlerini Ahmet Ali Arslan’ın...

Psikanalitik Aile Terapisi

Psikanalizin felsefi alt yapısı kişinin öznelliğinin ve bireysel öyküsünün altını çizer. Ancak psikanalitik kuram kişinin ruhsal gelişimini yakın çevresi,...

Kutsal ve Söz

Aslen sözcükler birer sihirdi. Günümüzde bile söz eski sihir gücünün çoğunu muhafaza etmiştir. İnsan insanı sözle mutlu edebilirken yine...

Narsisistik Füzyon Talebi Olarak Haset

Aman ha! iyiliğini, güzelliğini, zenginliğini, başarını,sağlamlığını gösterme; haset edilirse yıkıma uğrar. Nazar, nesnelerin kendilerine ait güzelliği, ihtişamı, iyiliği sergilemelerine karşılık;...

Kohut’a Kısa Bir Giriş

1913 yılında Viyana’da dünyaya gelen ve psikanaliz serüvenini Chicago Psikanaliz Enstitüsü’nde sürdüren Heinz Kohut, kuramsal farklılıklardan dolayı yollarını ayırana...