Önceki kuşakların yaşamları hakkında bilginin aktarımı, yeni kuşakların ruhsallığının ve kuşaklar arası bağların oluşturulmasının önemli şartıdır. Olaylar için geçici -tarihsel bir bağlam oluşturmanın yanı sıra- geçmiş, yeni bir neslin doğumundan önce gerçekleşen geçmiş olarak adlandırıldığında ve gelecek birkaç kuşağın bir arada var olduğu varsayıldığında çok önemli bir olgu hâline gelmektedir.
Granjion (1989) ve Mijola (2004), kuşaklar içi ve kuşaklar ötesi aktarım olarak ayırmayı önermekteler; kuşaklar içi aktarım: “gelecek kuşak tarafından iyi özümsenmeye uygun ve ruhsallığın oluşumunu besleyecek iyi simgeleştirilmiş, iyi anlaşılmış deneyimin aktarımı”; kuşaklar ötesi aktarım: “Hikâyenin sözlü ve sözlü olmayan bileşenlerinin uyumsuzluğundan veya hikâyenin eksik parçaları nedeniyle gelişen, ruhsallığı yıkıcı bir şekilde etkileyen, ancak sırrın bir göstergesi olan (bir sır duygusunu yaratan) bilgileri içerir.” Bu tür durumlarda, çoğunlukla önceki kuşakların yaşadığı travmatik deneyimlerden bahsedilmektedir.
Önceki kuşakların değerleri, sonraki kuşakların ruhsallığın oluşumu için önemli bir üreme alanıdır. Elbette, bu ifade sözlü düzeyde erişilebilen ve iyi sembolize edilmiş bilgiler söz konusu olduğunda doğrudur. Tarihinde ciddi bir travmatik deneyim yaşamamış bir kuşağın hayal edilmesi bile zordur. Duygusal, motor, görsel ve işitsel bilgi aktarımının bir bireyin hayatının başlangıcı ile bir anne veya bakım veren ile etkileşim içinde başlaması ve içsel nesnelerinin oluşumunu sağlaması gerçeğine dayanarak, sembolize edilmemiş travmatik bir deneyimin de yeni bir kuşağa bebeklikten başlayarak ve tüm büyüme dönemi boyunca aktarıldığı düşünülebilir.
Önceki kuşaklar tarafından deneyimlenen travmatik olaylar, sonraki kuşaklar tarafından asla tam olarak bilinmemektedir, özellikle utanç, korku, çaresizlik, suçluluk, keder ve travmatik deneyime eşlik eden diğer ağır duyguları içeren deneyimlerle ilişkili olaylar söz konusu olduğunda. Bu olayların bazı bölümleri aile hikâyelerinde şu ya da bu şekilde aktarılmaktadır, ancak bu bölümler genellikle duygulardan arınmış ve önemsiz bir gerçek olarak aile hikâyelerinin herhangi birine örülmektedir. Bu hikâyelerin çoğu tartışılmıyor ve sonraki kuşaklar bu hikâyeleri düşlemlerine göre inşa ederek bitiriyorlar veya hiç tamamlamıyorlar, ancak hayatlarının bir noktasında aile dramının çeşitli yönlerini bir şekilde tekrar etmeye başlıyorlar. Ayrıca bu olaylar ruhsal olarak işlenemediği için geçmiş statüsünü alamazlar. Deneyimin ruhsal olarak işlenmesinin bu imkânsızlığı, geçmiş ile şimdinin birbirinden ayırt edilemediği bu olaylardan sağ kurtulanlar için sanki yaşamları iki boyutta da devam ediyor olduğu etkisini yaratmaktadır.
Literatür ve klinik deneyimler; önceki nesilden bir aile üyesinin yönleriyle bilinçdışı olarak özdeşleşmenin, bu aile üyesinin deneyiminin bölünmüş ve sembolize edilmemiş kısımlarını içeren, gelecek kuşağın temsilcilerinin ruhsallığında sözde bir aktarım nesnesinin yaratılmasına katkıda bulunduğunu göstermekte ve bu nesne kuşaktan kuşağa neredeyse değişmemiş biçimde aktarılmaktadır. Aktarım nesnesi, simgeleştirmenin yokluğundan dolayı sağlamdır ve bunun bir sonucu olarak, sonraki nesillerin temsilcileri üzerindeki etkisi, ruhsal işleyişleri için yıkıcıdır.
Jacques Hassoun (1994) şöyle diyor:
“Geleneksel bir toplum moderniteye yansıtıldığında, bu süreç insanların kendi türlerinin kökenlerine ve özgün köklerine ait olma deneyimiyle aşmaya çalıştıkları bir istikrarsızlık duygusu hissetmelerine neden oluyor. Bu tür dönemlerde insanların birbirleriyle bir şekilde ilişki kurabilmeleri için nereden geldiklerini, nereye gittiklerini ve ne hakkında konuştuklarını bilmeleri gerekir. “Köken olarak kimsin? (Yani hangi kültür, milliyet, din, hangi bölgeden, ülkeden vb.) Bu köken senin aracılığıyla nasıl aktarılıyor? Bunlar toplumun kendine sorduğu kritik sorular, krizde veya çok kültürlü bir toplumda oraya çıkıyor. Bu sorular genellikle bu toplumların yaşadığı değişimlerin beklentisiyle toplum üyeleri tarafından sorulur. Deneyimin sonraki kuşaklara başarılı bir şekilde aktarılması, yeni sahiplere özgürlük sağlar ve geçmişle yeniden yüzleşmek için geçmişle yüzleşmelerine imkan veren bir temel oluşturur.”
Çocuklar, anne babalarının ve ailedeki başka büyüklerin anlattıkları geçmiş ve günlük yaşamlarını dinlediklerinde, kendi varlıklarının değişimleri daha az acı verici olacaktır. Önceki kuşağın aktardıkları gerçek hayata entegre edilemez ise ailenin şu anki varlığı uyumsuz hâle gelmektedir. Bu uyumsuzluk, esas olarak yasın söz konusu olduğu durumlarda psikosomatik bir ifadeye sahip olabilen bir tür kimlik boşluğuna neden olmakta. Hassoun kuşaklar arası aktarılan hakkında “Bir şeyin yokluğu” olarak bahsetmektedir. Kurbanların ve “cellatların” torunları gizli olan veya sözelleştirilemeyen önemli çarpıtmalara uğramış olanlar, sonsuz yaslarını bedensel olarak yaşamaktadırlar (Hassoun, 1994). Ölümler kabul edilmediğinde ve gerçek tanınmadığında, bu insanlar “geri dönebilen” gömülmemiş cesetlerin kaderini bir hayalet, bir kaza, bedensel bir süper ego (Sami Ali, 1990) veya geçmeyen acı olarak deneyimlemektedirler.
Bir kişinin kendi varoluşunun kırılması, genellikle “psikosomatik” olarak nitelendirilen, kronik somatik patolojiye eşlik eden tipik bir latent deneyimdir. Bu gibi durumlarda aktarım nesnesi, tümöre, sessizliklere, şaşkınlıklara, sırlara, kısacası gelecek kuşaklarda çeşitli patolojilerle doldurulacak kimlik boşluklarına dönüşen bütünleşme veya aidiyetin olmaması olacaktır. Hassoun (1994), bu tür acıları “soy ağacı çıkmazı” olarak adlandırmaktadır. Şifrelenmiş veya geri kalan psişik çağrışımlardan ayrılmış (entegre edilemeyen) her şeyi kelimelere dökmenin zorluğu, yazılacak bir dil veya alan bulmaya izin vermemektedir. Bu durumda, geçmiş kuşakların deneyimlerinin aktarılması ancak “kaçak”- müzik, ninni, melodi, ritüel veya dua -olarak gerçekleştirilebilmektedir. Bu tür “nesneleri” kaçıranların hepsinin süper egonun gerekliliklerinin maddi somut örneğine (taşlaşmış fosiller gibi) dönüştüğünü görmekteyiz. İnkâr, sırlar, yası tutulmamış ya da dayanılmaz her şeyle ayrılmış geçmiş deneyimin boyutlarını bütünleştirmek için gerekli yaratıcı eylemi gerçekleştirmenin imkansızlığı, özneyi, kendisine içsel tutarlılık veren kişisel bütünlük hâline getirme fırsatından yoksun bırakmaktadır.
Aile geçmişindeki aile hastalıkları, kalıtım, ameliyatlar, sakatlıklar ve hatta organlar öne çıktığında, soy ağacındaki boş alanları doldurmak için tasarlanmış atalara ait kökenlerin veya kimliğin belirteçleri hâline gelmekteler. Ataların beden parçaları, aktarım nesnesinin parçaları hâline gelebilmekte. Travmatik olayın herhangi bir unsuru bu nesnenin bir parçası olabilmektedir: su, ateş, kurşun, taş… Kısacası “kuşaklar arası aktarımın işareti” olmaya mahkûm olan herhangi bir nesne. Örneğin “Süpermen” adlı fantastik dizide, Kripton gezegeninin yok edilmesi Süpermen için travmatik vatan kaybıdır, bu bağlamda aktarım nesnesi işlevi gören kriptonit, Süpermen’i gücünden yoksun bırakmaktadır, onu yaralamakta ve yeşil veya kırmızı bir taşla temas ettiğinde onda değişikliklere neden olmaktadır.
Organlar ve hastalıklar, aktarım nesnesinin iletimi için bedensel hedefler olabilmektedir. Kuşaklar arası aktarımın yıkıcı yönü sonraki kuşakların hayati organlarına yayılabilmekte ve / veya onlarda geri döndürülemez hasarlara neden olabilmektedir. J. Guir (1984), “bedenin üzerindeki yazı, kesinlikle bir başkasının bedeninin tarihini yeniden ürettiğini” söylemektedir. Hasar gören organ, çalınmış bir organ gibi çalışmakta ve bir başkasına aitmiş gibi hazza ulaşmaya çalışmaktadır. Zorla yerleştirilmiş hasara neden olan hayali bir implant (Guir, 1984). bir başkasının bedeninin hazza ulaşma yeri gibidir. Bir akrabanın gözlerini, akciğerlerini ve sindirim sistemini kullanarak görme, nefes alma ve sindirme arzusu söz konusu organların patolojisini tetiklemektedir. Böylelikle psikosomatik bozukluğundan muzdarip olan vücudunun bir kısmıyla başka bir bedenle yaşıyor gibidir.
Freud’un: “Nesnenin gölgesi benliğin üzerine düşer” (Freud, 1917), sözünün psikosomatik versiyonu şu şekilde okunabilir: “Nesnenin gölgesi derinin/bedenin üzerine düşer”.
Kaynakça
Freud, S. (1917). Mourning and melancholia. In The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud (Vol. 14, pp. 237-258). Hogarth Press.
Hassoun, J. (1994). Les contrebandiers de la mémoire. France, La Découverte.
Granjon, E. (1989). Transmission psychique et transferts en thérapie familiale psychanalytique. Gruppo, 5, 47-58.
Guir, J. (1984). Psychosomatica y cаncer. Buenos Aires: Catаlogos-Paradiso.
Mijolla, A. (2004). Prehistoires de famille. PUF.
Lacan, J. (1954/1988). The Seminar of Jacques Lacan: The Ego in Freud’s Theory and in the Technique of Psychoanalysis 1954-1955/Transl. by Sylvana Tomaselli. Cambridge University Press.
Sami Ali, M. (1990). Imaginaire et pathologie; une théorie de la psychosomatique. Revue Française de Psychanalyse, p-761.