Korona günlerinde ben de evde Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi ve Matrix gibi serileri tekrar izlemeye karar verdim. Matrix’i defalarca izlemişimdir ama bu sefer filmi ilk izlediğimde Neo’nun huzursuzluğunu ve Morpheus’la ilk karşılaşmalarını başka bir pencereden duyma imkânım oldu. Ünlü ‘‘Mavi hap mı, kırmızı hap mı?’’ sahnesine geldiğimde kafamdaki analoji netleşti ve o sıralarda başka bir konu üzerine yazmayı düşünsem de o an Neo’nun “uyanışını” psikanalitik çalışmanın başlarıyla karşılaştırmalı olarak yazmaya karar verdim.
Neo’yu Harekete Geçiren Soru ve Gerçek
Neo’nun Morpheus’la karşılaşmasından önceki hayatıyla ilgili birkaç ipucuna sahibiz. Biliyoruz ki Neo, gerçek adıyla Thomas A. Anderson, önemli bir yazılım şirketinde program yazarı ve dışarıdan bakıldığında gayet sıradan bir hayata sahip. Madalyonun diğer yüzünde geceleri bilgisayarıyla baş başa kaldığında “Neo” takma ismini kullanan bir bilgisayar korsanı var. Bu bölünme, Neo’nun günlük hayatını da etkileyecek bir hâle gelmiş ki bir sahnede patronunun ağzından işe geç kalmaya devam ederse kovulacağını duyuyoruz. Peki, Neo’yu gece geç saatlere kadar meşgul edip günlük hayatını sürdüremeyecek noktaya getiren şey neydi? Bunu Neo’nun Trinity’le buluştuğu bar sahnesinden öğreniyoruz. Bilgisayarında aniden beliren komutla ‘‘beyaz tavşanı’’ takip eden Neo, onu bir süredir izleyen Morpheus’un ekibinden Trinity ile bir barda buluşuyor. Trinity; kendi monoloğunda Neo’ya aradığı şeyi bildiğini, bir zamanlar kendisinin de onu aradığını ve aslında aradığı şeyin bir yanıt olduğunu söylüyor. Neo ekliyor: “Matrix nedir?”
Neo’nun günlük hayatına olan ilgisizliğini, bitmeyen araştırmalarını ve tekrarlarını üzerine kurguladığı bir sorudur bu ancak soruyu temellendiren arzunun arkasındaki nedeni bilmiyoruz. Burada devreye Jacques Lacan’ın belki de anlaşılması en zor kavramlarından biri olan “gerçek” (Fra. réel; İng. real) ve bir gerçek parçası olarak “arzunun nesne nedeni” (Fra. objet cause de désir; İng. object cause of desire) ya da “küçük a nesnesi” (objet petit a) devreye giriyor. Yazıyı yazarken bu cümleden itibaren gerçek, neden ve anlam ile ilgili bir tartışmada buldum kendimi ancak bu diğer bir yazının konusu olsun. O yüzden şimdilik gerçeği, Lacan’ın verdiği bir röportajda tanımladığı şekliyle ele alalım: “Gerçekten gelen her şeye semptom diyorum. Ve gerçek ise doğru gitmeyen, yürümeyen, kişinin hayatı ve kişiliğiyle bütünleşmesinde zıtlık içinde olan her şey” (Lacan, 1974). Yani bireyin kendine de açıklayamadığı, anlam veremediği ve Lacan’ın deyimiyle söylemi kesintiye uğratan engel, kusur, yarık (Fra. achoppement, défaillance, fêlure). Neo’yu tökezleten bu gerçektir. Patronu işe geç kalmalarından dolayı Neo’yu azarlarken şunları söyler: “Bu şirket dünyanın en iyi yazılım şirketlerinden biridir çünkü tüm çalışanlar bir bütünün parçası olduklarını bilirler. Birinin sorunu varsa tüm şirketin sorunu vardır.” Buradan anladığımız, Neo’nun ikiye bölünmüş kimliğinin artık kendi şirketinin de bütünlüğünde açtığı deliktir. Fakat bu tabii ki egemen söylemde hoş karşılanan bir durum değil. Biliyoruz ki bazı şirketler benzer semptomlar yaşayan çalışanlarını şirketin bütçesiyle psikoterapiye gönderirler. Verimi düşen, tükenmişlik yaşayan çalışan hastadır ve çalışanın tedavi edilmesi gerekir. Lacan’ın XI. Seminer’de (1964) kullandığı, Metis’in çevirisiyle “düzeltoterapistler” (orthopédeutes) tam da bu amaca hizmet eder ve kişide beliren bu yarığı ya da boşluğu bir terzi gibi dikerler. Bu sayede şirketler verim kaybını azaltır, uzun vadede psikoterapiye göndererek yaptıkları “yatırımın” karşılığını alırlar. Bununla beraber kişi kendini tekrar bir bütünün parçası olarak bulur, işleyişe katılır ancak kendi hakikatine daha çok uzaklaşır. Psikanaliz için Neo’nun semptomu kurtulunması gereken bir şey değil, tam tersine semptomun izinde bilinç dışı arzusuyla daha yakın bir temas kurabilmesi için bir fırsattır (Matrix’in dışına çıkarak özgürleşmek, Zion’u kurtarmak vs. olabilir, bilemiyoruz). Ancak muhtemelen bu arzu, patronun/şirketin ya da Öteki’nin arzusuyla uyuşmayacaktır. Belki de bu yüzden sigorta şirketleri “efektif” olduğu kanıtlanmış terapileri desteklerken psikanalize karşıdır.
Gerçekten Arzuya: Analiz Talebi ya da Tavşan Deliğini Görmek
Sıkça denk geldiğim bir sorudur: “Ne zaman terapiye/analize başlamalıyım?” Diğer her şeyde olduğu gibi buna da ancak soran kişi cevap verebilir fakat benim yine de yarım bir cevabım var: “Başka seçeneğin kalmadığında.” Freud (1913)’dan beri biliyoruz ki semptomlar ikame doyumdur. Bu demek oluyor ki ne kadar yakınıyor görünsek de semptom addettiğimiz şeylerle, bitmek tükenmek bilmeyen tekrarlarla ve yaşamı artık çekilmez kılan şikayetlerimizle ilişkilenen bir zevk mevcut. Yani bastırılmış arzunun bir ikame bularak doyum arayışı. Bruce Fink’in tarif ettiği gibi danışanlar terapiye bir “doyum krizi” eşliğinde gelir (Fink, 1997). Yani kişinin semptomuyla eskisi gibi ilişkilenemediği, artık tolere edemediği, eski doyuma ulaşamadığı ya da fazlaca ulaştığı noktada. Bu bize gösteriyor ki kişinin analiz odasından içeri girebilmesi için bir talebi ya da şikayeti olması temel bir öneme sahip. Lacan’ın bir aforizma hâline gelen ve belki de kaynağı unutulmuş “je le (é)conduis” deyişi onun kendine has fonetik kelime oyunlarıyla iki anlama gelir. Ya analistin kendiyle ilgili bir şikâyeti olmadan gelen hastayı odadan çıkartması [ki bu her zaman hastayı kabul etmemek değil, kesme (scansion) denilen analitik bir teknik anlamına da geliyor[1]] ya da analitik çalışmanın ilk hedefinin hastanın şikâyetini oluşturmak olması. Benzer şekilde Freud (1920)’un, Bir Kadın Eşcinsellik Olgusu’nda açıkça belirttiği şey tedaviye gelen kadının nevrotik olmadığı ve Freud’a herhangi bir semptom ya da şikâyet getirmediğiydi; bunun yanında kendi isteğiyle değil babasının isteğiyle analize başlamıştı. Bu sebepten her ne kadar bu olgu ürettiği bilgiyle psikanalize ciddi katkılar sunsa da terapötik anlamda bir başarı gerçekleşmemişti. Ancak bu tartışmayla beraber yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için bir noktanın altını çizmekte fayda var. Şikâyetin bulunmasının gerekliliği şikâyetin imgesel büyüklüğü ile karıştırılmamalıdır[2]. Analiz talebini oluşturabilecek her şikâyet ve talep meşrudur, hatta analizden beklenen şeyin bilinmesine bile gerek yoktur. İsmini hatırlayamadığım bir filmde bir adam, psikanalistin ofisinde beklerken analist tarafından içeri çağrılır ve adam tereddütle şunları söyler: “Öncelikle buraya neden geldiğim hakkında hiçbir fikrim yok.” Psikanalist cevap verir: “Bu, tam da odaya adımınızı attığınız anda keşfetmeye çalışacağımız şey.” Yani kişi niçin analistin ofisine geldiğini bilinçli olarak bilmese dahi bir şekilde gelmiştir ve bunun sebebinin analistin duyuşu altında detaylandırılması analitik çalışmanın yolunu açabilecek şeydir. Neo’ya dönersek, onun arzusu “beyaz tavşanı” takip etmek için yeterince olgunlaşmıştı ki neyle karşılaşacağından tamamen bihaber olmasına rağmen sorularının cevabını bildiğini varsaydığı kişileri, Trinity ve Morpheus’u, sorgusuz sualsiz takip etmişti. Psikoterapist kişi için tam da budur: bildiği-varsayılan-özne. Sorularını cevaplayabilecek, ona kim olduğunu söyleyebilecek, çektiği ızdırabın sebebini bilebilecek kişi. Lacan “Bildiği varsayılan özne varsa aktarım da vardır.” demiştir ve kişi ancak bu aktarımın altında Alice gibi beyaz tavşanı takip edebilir. Filmde Neo çoktan o tavşan deliğine düşüp Harikalar Diyarı’nı gördü. Ancak “Terapiye başlamalı mıyım?” sorusu diğer herkes için hâlâ geçerli. Morpheus’un deyimiyle “Kırmızı hapı alıp, Harikalar Diyarı’nda kalmak ve tavşan deliğinin ne kadar derine gittiğini görmek istiyor musunuz?”
[1] Daha net anlaşılabilmesi için Bruce Fink’in verdiği örneğe bakınız (Fink, 1997, s. 47).
[2] Öte yandan şunu da belirtmekte fayda var: şikayetin bulunması gereklidir ancak yeterli değildir. Hatta şikayeti olan çoğu insan analitik bir talepte bulunmaz ya da şikayetinin açtığı yoldan kendi hakikatine yaklaşmak istemez. Şikayetin ikame doyumuyla yetinir. Bu kısımda Lacan’ın “cehalet tutkusu” (passion de l’ignorance) dediği şeye yaklaşıyoruz. Matrix filminde de Cypher karakteri Matrix illüzyonunu görmesine, Zion için verilen savaşın farkında olmasına rağmen içinde bulunduğu Morpheus’un ekibine ihanet ederek ajanlarla bir anlaşma yapmak istediğini ve bir gün bütün hafızası silinip tekrardan Matrix kurgusu içinde hayatına devam etmek istediğini görürüz. Yani diğerlerinin aksine hakikati unutup Matrix aldatmacasıyla yaşamaya devam etmek ister. Ancak şunun altını çizmek gerekir ki bu cehalet tutkusu ahlaki bir yargı içermekten çok, nedenleri bu yazının kapsamını aşacak sebeplerden ötürü herkesin değişmez bir “bilme arzusuna” sahip olmadığını belirtmek için kullanılır. Bunu Freud’un da belirttiği gibi toplumu derinden sarsan keşiflerinin ardından günümüzde bile benzer kaderler paylaşıp hala katı inkarlara maruz kalan Copernicus, Darwin ve Freud örneklerinde de görebiliyoruz.
Kaynakça:
Fink, B. (2016). Lacancı psikanalize bir giriş: Klinik ve kuram. (Ö. Öğütcen, Çev.). Encore Yayınları. (Orijinal eserin yayın tarihi 1997).
Freud, S. (1913). On psycho-analysis. In I. Smith (Ed.), Freud – Complete works
Freud, S. (1920). The psychogenesis of a case of homosexuality in a woman. In I. Smith (Ed.), Freud – Complete works.
Lacan, J. (2013). Psikanalizin dört temel kavramı. (N. Erdem, Çev.). Metis Yayınları. (Orijinal eserin yayın tarihi 1964).
Lacan, J. (1974). There can be no crisis of psychoanalysis: Jacques Lacan interviewed, (D. Broder, Çev.). Panorama.